Bir şeyleri zorlama, her şey olduğu kadar..
Bir şeyleri zorlama, her şey olduğu kadar..
Verebiliyorsan, o sende vardır. Olduğu halde veremiyorsan, korkudandır.
Korkma! Mutlaka devamı vardır. Olanı verdikçe benzeri veya başkası, oluşturduğun o boşluğu kapatır. Evren boşluk sevmez, boşluk mutlaka dolar. O yüzden sende olanı vermekten korkma.
Hekimliğin öyle bir varlığı vardır ki; yıllar içinde insanın iç yapısını, fark ettirmeden şekillendirir. Hekimlik sadece bir meslek değildir, o insanın hayata baktığı pencere, ya da kılıftır.
Mesela bir hekim adayı daha okula ilk girdiği yıl, ruhunda bir değişiklik hissetmeye başlar ve bu usta yapı, o doktor adayını her yıl biraz daha şekillendirir. İnsanlara, hayata, tüm yaşama bakışını geri dönüşsüz bir şekilde çekip çevirir, değiştirir, dönüştürür. Bir de bir hekim genelde hep ciddidir, eğlenceli tipler arada tek tük çıkar ve genelde bir sanat dalına bulaşır, yoksa bu işi yapamaz. Ama zamanla, yıllar ve tecrübe arttıkça, ölümü, acıyı gördükçe, her ciddi hekim hayatın tatlı, neşeli olması gerektiğini anlar ama yüzüne artık ciddiyet oturduğu için, belli belirsiz, şekilsiz gülümser. 🙂
İyi bir hekimin yaptığı aslında doktorluk değildir, insan sarrafı olmayı öğrenir. Her bir hücreyi, organı, dokuyu, doku arasını, hücre boşluğunu yani bedenin iç yapısını öğrenirken aslında öğrendiği; insanlar arasındaki farklar, benzerlikler, insanlar arasındaki boşluklar, bağlar, duygular, beyin, bilinç, bağlantılar, yaratım, yaratılış, yok ediliş (hayatın aslı olan varoluş- yok oluş, bir hekimin mutlaka dokunduğu iki enerjidir). Her hekim hem varoluşu hem yok oluşu bizzat ellerinin altında deneyerek yaşar. Ölüme ve doğuma, kana, salgılara, sıvılara, ifrazata, kemiğe, organa, bedenin en ücra yerlerine dokunmadan doktor olunmaz.
Bu eğitimden, ruhu hazır olduğu için, farkında bile olmadan geçen bir doktor, yıllar içinde insan hakkında o kadar çok şey öğrenir ki, sonrasında mesleği yapsa da yapmasa da, artık farklı bakış açılarından, insanı tanır.
En akıllı ve şanslı hekimler ise parçadan bütünü, bütünden insanı görebilenlerdir ve onlar gerçek insan sarrafıdır. 🙂 Siz onu anlamasanız da merak etmeyin o sizi bir şekilde anlar.
Bir doktor adayına ilk öğretilen muayene yöntemi gözlem ve anamnezin iyi alınmasıdır. Yani karşındaki anlatacak ve sen güya onun anlattıklarını dinlerken aslında demediklerini, anlatamadıklarını dinleyeceksin. Ve asıl sorunun anlattıkları değil, anlatamadıkları olduğunu anlayacaksın. Bu öyle bir meslek pratiğidir ki, zamanla insanı bakınca gözlerinden anlar olursun, tabi iyi gözlemciysen. 🙂 Karşındaki insanın bakışından, konuşma tarzından, kokusundan, kıyafetinden, hareketlerinden, pek çok şeyini, daha dokunmadan anlarsın. Zaten aslında işin yüzde seksen- doksanını o anda anlarsın.
Netice şu an dünyada her şey çok değişse de, devir teknolojik muayeneler devri olsa da, iyi bir hekim bir bakışıyla işin yüzde doksanını anlayandır. Geriye sadece detaylar kalır. Asıl tanı her zaman ilk görüşmedeki konuşmada bilinir. Şu an dünyada ve Türkiye’de hekimlik adına her şey çok değişmiş olsa da, gerçek doktorluk anlayışı ile yetişmiş veya kendini yetiştirmiş tüm doktorlara, dönemin her zorluğuna rağmen gönülden selam olsun.
14 Mart Tıp bayramı kutlu mutlu olsun.

Aynen bu karikatürden ilhamla 🙂
Ben: “Ben seni çok seviyorum” 🙂
O (rahip yerine o): “Önce ‘Ben’i sil, o egodur. Sonra ‘sen’i sil, o gereksiz. ‘Çok’u sil, o dualiteden, çok demen için azı bilmen lazım, o dualiteden. Sondaki ‘-yorum’ ekini sil, o arzudandır.
Bak bakalım ne kaldı geriye?
Ben: “Sevgi.”
O: 🙂

1-Olmak istediğin gibi ol, davranışların konuşman yemen içmen yürümen oturman konuşman, hayal ettiğin gibi olsun. Değilse, kendini yeniden inşa et.
2-Fikrini söyle ama herkesin kararını kendine bırak. Özgür iradeye karışma.
3-Başkalarına sor, fikirlerini dinle ama özgür iradene karıştırma.
4-Çocuklara söylemek istediklerin mutlaka vardır ama uygun anda, yeri ve konusu gelince söyle. O söylemeni istediğinde söyle. Daha çok onların anlatacaklarını dinle.
5-Özellikle annen ve babanla iletişiminde onlara saygılı olmayı unutma. Diyeceğini söyle ama neticede onlar ne derse onlar için o. Ama kendi prensiplerinden onlar için vazgeçme.
6-Gerilim yaşadığın kişi veya kişilerle artık, konu ne olursa olsun tartışmaya girme. Yapabiliyorsan hayatından çıkar, değilse; diyeceğin bir şey varsa söyle, kavga etme, sesini yükseltme, o söylese de sen cevap verme, uzaklaş. Yani değiştiremeyeceğin başkalarıyla aynı polemiklere defalarca girme.
7-Kendini ve etrafı gözlemle. Gözlemlediğin şeylerden hayalinde kahramanlar, cümleler yarat. İyi gözlemci ol. Bu gözlemini en severek yaptığın iş neyse orada kullan. Gözlem, hayal gücü ve yaratım. Hayat böyle.
8-Toplu ailece yapılan şeylerde, biraz sessiz kal, bekle, çok yorum yapma.
9-Her zaman derli toplu ol. Her yerde iyi hissedeceğin şekilde giyin ve ye. Bedenin, her şeyden bağımsız, iyi hissedeceğin şekilde olsun. Bazı dönemler, bazı nedenlerle sıkıladığın için değil, hep formda ve iyi hissedeceğin beden içinde yaşa.
10-Aslında her iletişimde ama özellikle yakın iletişimlerinde, o kişilerdeki iyi şeyleri görmeye bulmaya odaklan. O zaman iletişim ve hayat senin için daha zevkli olur. O kişilerin olumsuz yönlerine dikkatini azalt, konuşursan bile uzatma. Algın her insanda ilgini çekecek olumlu şeylerde olsun. Bunu yapmak için uğraşmak istemediğin insanları, yakının bile olsa yakınında tutma.

Dediler ki: “Hayırdır, gurbet yolu mu göründü?”
Ben: “Ne gurbeti? Ben nefesimi burada alıp, orada veriyorum. Hani şarkıda dediği gibi ‘Ben gurbette değilim, gurbet benim içimde.’ “
Bazen, sebepsiz gülümsüyorum çünkü güzel anılarım var. 🙂
Ona ne zaman ‘nasılsın, ne yapıyorsun?’ desem, hep; ‘İyiyim, iş çok’ diyor. Bazen çok çalışıyor diye üzülüyorum ama sonra şunu düşünüyorum, aslında insan iş yaparsa iş çok olur, yapmazsa olmaz.
Bu dünyada insanın yapacağı işinin olması da güzel.
Yaşanan olayların beyinde anıları kalır. O anılar ilgili nöron kümesine bağlanır. Beynimizde vaktin birinde kaydettiğimiz bir resim ve his kalır. Olay, konu bitmiştir ama resim orada asılı kalır.
O resim canlı değildir. Duvara astığınız resimleri düşünün, o sadece birinin veya bir şeyin resmidir, büyümez, yaşlanmaz, değişmez, sadece çekildiği günkü haliyle duvarda asılı kalır. Biri oradan indirinceye kadar.
Zihnimizdeki hatırladığımız anıların resimleri de öyle, ilk çekildiği, kayıt altına alındığı günkü haliyle orada, belki bir ömür asılı durur. Ve çoğu zaman bu resme bakmak canımızı acıtır. Yaşanan olay anına, ‘dur çekiyorum’ deriz, resmi kaydederiz ve beynimizde o resim asılı kalır.
Oysa bu alemde her şey sürekli değişir, dönüşür, sabit olan sadece resimdir çünkü canlı değildir.
O zaman, canlı bile değilse ‘o resim neden canımızı acıtır?’ Resim sadece resimdir , canlı değildir ama biz düşüncelerimizin verdiği güçle onu canlandırabiliriz ve bu konuda çok yetenekliyiz. İnsanlar, cansız resim canlandırıcıları 🙂
Adeta miadı dolan şeyi suni solunumla yaşatmak gibi, yani yok olması gerekeni var etmek gibi. O hayalde kalmış resmi, bir anlamda hayaletleri, enerjimizi vererek canlandırabiliriz.
İşin ilginç yanı, o resmi canlandırmak için kullandığımız, bugünü yaşamamız için bize verilen enerji, bu anın enerjisidir. Onu kendimizi canlandırmak yerine, hayaletleri canlandırmak için bol keseden veririz. Farkında mısınız? Bu durumda aslında, o hatırladığımız can sıkıcı anıyı bugünün enerjisiyle kapladığımıza göre, o olay ha bire bugün tekrar yaşanıyor olur. Neden? Çünkü cansız olan canlandırıldı. Bunu tekrar tekrar yaşamak her gün tükenmek demek.
Enerji bu andadır, yaşam buradadır, aktarabileceğimiz veya söndürebileceğimiz şey an’dadır.
Bu durumda, aslında şu an olmayan bir şeyi sürekli hatırlayarak bu ana getirip canlandırma gücümüz var. Yani gelecek hayallerini gerçek hale getirebildiğimiz gibi, eskinin hayaletlerini de bugüne getirip canlandırabiliyoruz. Ne ilginç, dikkatimiz neredeyse canlılık orada.
Ve aslında şunu hepimiz biliriz; resimler gerçeği pek yansıtmaz, resmin gerçeğe benzerliği kabacadır sadece. Çoğu insan resimdeki halinden farklıdır, bazısı fotojeniktir, bazısı değildir, netice bir resimdir o.
Bu durumda resmi çekip kaydettiğimiz anın gerçek hal olduğunu bilemeyiz, ki genelde değildir. Anı, duyguya yapışmıştır ve resim olmuştur.
Peki çözüm nedir? Kendimizi kandırmayalım, çözüm bir anda olmuyor, yani bir anda oluyor ama o ana gelinceye kadar pek çok andan geçiyoruz ve o anların birinde oluyor. Anıların üzerinde tek tek çalışılabileceğini söyleyenler oluyor, ben bunu bilemiyorum, biraz sabırsızım sanırım.
Sadece şunun farkındayım, hepimizin geçmişten getirdiği onu rahatsız eden, farklı ve baskın duygu durumları var. Mesela kendi adıma alınganlık kırılganlık diyelim, diyelim dedim ama bende öyle 🙂 başkasında başka şeyler.
İşte hayatınızı etkileyen, sıkıntı veren, ha bire tekrar edip duran bu duygulara dikkat edin, onlar aynı duygu olduğu halde, bu yaşımıza kadar farklı pek çok olay ve anıya bağlanmıştır. Anılarda yaşanan olaylar farklı gibidir ama dikkat ederseniz sıkıntı veren duygu his aynıdır. Diyelim alınganlık, katılık 🙂 fark edip, ne olduğunu anlamaya çalışmazsak tüm hayat böyle birkaç duygunun etkisinde sürer gider.
Bu durumda o tüm hayatınızın baskın iki üç duygusu neyse, onlarla çalışın. İki üç duyguyla çalışmak, binlerce anıyla uğraşmaktan iyidir. Baskın bir iki duygu, tüm hayatı algıladığımız veya hayata baktığımız penceremiz olur, her şeyi o pencerenin süzgecinden görür, değerlendiririz. Mesele o hafızamızdaki cansız resimler değil, her an bizi saran capcanlı yaşayan duygulardır. Onlar canlıdır ama yine enerji kaynağı bizdendir.
Bir olay yaşanırken biri hiç etkilenmez, diğeri değersizlik hisseder, bir diğeri öfke, diğeri kırılganlık yaşayabilir ve bunu anı hanesine kaydeder. Olay aynıdır ama kayıtlarımız çok farklıdır çünkü hepimizin doğuştan getirdiği mücadeleler, çözülmesi gereken, çalıştığı konular, ihtiyacımız olanlar çok farklıdır.
Bu durumda, ha bire değişen dönüşen dış dünyadaki olaylar değil, ‘bizim neden böyle hissettiğimiz’ önemlidir. Soracağımız soru, neden öyle hissettiğimizdir.
Mesela neden değersiz hissettik? Çünkü biri bunu hissettirdi, belki bizi biriyle kıyasladı ve değersizsin dedi. Yani kıyas. Kıyas gerçek midir? Değildir. Bugün böyle olan yarın değişir, bugün güzel dediğin yarın değildir, bugün tembel yarın çalışkan olabilir, başarısız başarılı olabilir. Kıyasla söylenen her şey değişir.
Dünya ‘neden- sonuç’ dünyasıdır. Beynimiz anı ve olayları böyle değerlendirir. Beyin biyolojik makinedir, değerlendirme sistemi dünyanın aynısıdır. Neden ve sonuçları birbirine bağlarsa o anıyı çözer ve kendini rahatlatır. Beyin hep sonucu ve neticeyi bilmek ister, işi bu.
O zaman, sorunlarda şunu düşünmeye çalışın; bir şey oldu ben şöyle yaptım ve diyelim başarısız oldum (bu arada başarısız olmak cümlesi de kıyastandır, kime göre neye göre? ) Beynin anıyı, duyguyu çözüp rahatlatması için, başarısızlığın neden olduğunu anlaması gerekir. Misal, çalışmadım başarısız oldum. Neden- sonuç. Beyin bunu bulunca rahatlar. O zaman çözümü bulur. Yeni denklem, çalışırsam başarırım olur.
Can acıtan duygularınızda önce buna bakın, neden- sonuç ne? Bulun. Sonra istiyorsanız çözüme gidin. Zamanla beyin rahatlar, anılara takılı kalmaz. Gün gelir, gün yaşanır ve hepsi zamanla olur.
Evet her olan anda olur ama burada yaşarken zamanla, o andaki olan olur. O yüzden her gün bir adım atın, her gün bir şey yapın denir.
Gün bugün, an bu an, keder bu an, neşe bu an. 🙂
(Bu konuda yazılacak çok şey var da, şimdilik bu kadar olsun, belki sonra daha derinleşiriz. )

Nefes almak kaos, vermek düzen. Bu durumda sürekli kaosu düzene koymanın adı ; yaşam. 🙂