Sena o sabaha çok halsiz uyanmıştı, adım atacak gücü bulamayacak gibiydi ama içindeki son yaşam enerjisini yakıt yaparak kalktı, bugün tedavinin 8.günüydü, hastaneye gidecekti.
Yolda içinde günlerdir esen fırtına hala aralıksız esmeye devam ediyordu, devam etmeli miydi, bir anlamı var mıydı, bu eziyete değer miydi, onu zehirlemelerine izin vermeli miydi, neydi? Fırtınanın biri; yok yok, zehirlesinler seni bunu çoktan hak etmedin mi? Bence hak ettin, hep kıskanç ve haristin, şimdi çek cezanı, zaten öleceksin bir an önce zehirlen de öl diyordu. Sena’nın otobüsün soğuk camına dayadığı başı arada sallanırken göz yaşları da ellerine dökülüyordu, ıslak avuçlarına tırnaklarını sıkıca bastırırken yandaki koltuktan uzatılan mendille kendine geldi, yavaşça döndü. Mendili uzatan uzun beyaz sakallı kasketli bir adamdı; bu soğuklar hepimizi hasarladı, benim de kalp zayıflamış dedi ve sustu. Sena onkoloji hastanesinin durağında inmek üzereyken mendili sahibine geri vermek istedi ama adam, gerek yok der gibi elini çevirdi, uzaklaşmadan Sena’nın omuzuna kalın nasırlı elleriyle hafifçe dokunup; üzülme kızım, mutlak vardır Allah’ın senin için bir iyiliği dedi ve ağır adımlarla yoluna ilerledi. Sena içini uzun zamandır özlediği bir duygunun kapladığını hissetti, neydi bu, huzur dedikleri miydi? Mendili elinde sıktı, cebine koydu, içine gelen o huzuru mendile saklamak ister gibi onu özenle katlayarak cebine koydu.
Tedavi ünitesine geldiğinde aylardır zihninde aralıksız esen fırtınaların sesini duymadığını fark etti, bu tuhaftı, o sessizliğin devam etmesini istediği için telaşla cebindeki mendili alıp, sıktı, bu hisle mendil arasında bir bağlantı var gibi geldiği için mendili elinden bırakmak istemedi.
4 saat sürecek tedavisi başlarken, bunun benim için ne iyiliği olabilir ki diye düşündü, sonra cümlenin içindeki sadece iyilik kelimesine yoğunlaştı, “mutlak vardır iyilik” mutlak, iyilik, vardır, iyilik…
Öğlenin geç saatlerinde hastaneden çıkarken bu defa tedaviyi daha rahat kaldırabildiği için iyi hissediyordu. Bir reaksiyon yaşamamıştı, damarını rahat bulmuşlardı, bulantısı, kusması, nefes daralması olmamıştı, iyiydi, mutlak vardı iyilik.
***
Faruk gergindi, günlerdir Menekşe’ye ulaşamamıştı, iyi olduğunu biliyordu, zaten birkaç hafta önce buralardan gitmek istediğini, başka bir yerde hayatına devam etmek istediğini söylemişti, muhtemelen her zamanki gibi aklına estiği bir anda bu kararını uygulamaya koymuştu. Zaten o ne arar, ne sorar, ne açıklama yapardı, hep dediği cümle “neysem oyum beni zorlamayın” yine dediği gibi yapmıştı. Son birkaç gündür onun nerede olduğunu düşünmekten bitap düşmüştü, çaresizdi, kendini boşlukta kaybolmuş savrulup giden bir sonbahar yaprağı gibi hissediyordu, o yoktu, belki bir daha hiç olmayacaktı, aşkına değer vermemişti, gitmişti, önemsememişti. Yolda yürürken gözlerinden istemsizce dökülen yaşları elinin tersiyle sildi. O an aklına Sena geldi, bugün tedavi günüydü, birlikte gitmeyi teklif etmişti ama o kabul etmemişti, zor bir dönemden geçiyordu ve yalnızdı. Faruk havayı yumruklar gibi elini salladı, şu hayat ne tuhaftı, Menekşe onun sevgisini önemsememişti ama o da Sena’yı yok saymıştı ve şimdi Sena’nın desteğe ihtiyacı vardı. Yolda onu aradı ama cevap vermedi, haklıydı, onunla doğru dürüst ilgilenmemişti. O gün tüm kapılar sanki kapalıydı, şansını daha fazla zorlamayacaktı, gün artık bitmeliydi.
***
Menekşe uyandığında gün henüz doğmamıştı, sanki yıllardır oradaymış gibi sakince kalktı, yatak odasındaki balkondan sabahın koyu lacivert, yoğun, tuz kokulu denizini içine çekti. Yüzünde her zamanki sakin ifadesi vardı, yeni hayatı burada başlıyordu.
Öğleye doğru evi kiraladığı adam ustayla geldi, konuştukları gibi birkaç gün sürecek işlerine başladı. Salondaki ocağı kuzeye taşıtacaktı, balkonun kapamaları, dış kapının suntaları ve bahçenin çiti elden geçirilecekti. Menekşe, usta çırağıyla işlerine başladıktan sonra sahilde yürüyüşe çıktı, etrafı biraz tanımak istiyordu….