9-11 Ekim 2015’de köklerime yaptığım 3 günlük “Yolculuğun Hikayeleri”.. Bu gezide hikaye çok aslında, özeti böyle olsun.. Ve de bu karlı kış günlerinde bu anılar, tüm hikaye sevenlere sevgilerimle gelsin..
Ankara’dan yola çıktığımız sabah, ciddi soğukların başladığı bir dönemdi. Bura böyleyken, Binboğa’nın eteklerinde bir köy nasıl olur endişesi ile yolculuk başladı aslında.. Soğuk olsa da gün ışıltılıydı yine, bu da şansdı bize..
Yolda Kaman’da verdiğimiz molada, ceviz fidesi almaya karar verdik.. Fide satan bir bahçeye girdik. Asıl satıcı o anda yoktu, onun gelini bizi karşıladı. Yol arkadaşlarım fideliği gezerken, ben ‘cevizci kadın’la sohbete başladım (eskiden olsa yapar mıydım? Hiç sanmam, oysa artık hoşuma gidiyor bu rastgele sohbetler..) Acelem yok nasıl olsa, sohbetin keyfini çıkarayım bari dedim. Ondan bundan konuştuk, kadın el bileklerinde olan bir ağrıdan bahsetti, ben de genel kocakarı önerilerinde bulundum, kadının hoşuna gitti ve benim kim olduğumu anlamaya çalıştı, nereye yerleştireceğini bilemedi. Genel kış gecelerinde neler yaptığıyla ve bahçeyle ilgili sohbetten sonra, bir ısındık birbirimize..
-Çalışıyorsun değil mi?
-Ben: Evet (konuyu değiştirmeye çalışıyorum), O ise direkt
-Şu meslekten misin?..
-Ben: Nerden anladın, evett
-Kadın: Bilmem, içime öyle geldi.. (tuhaf..)
O arada fideler alınmıştı, yolculuk devam edecekti, kadın sohbeti bırakıp, bir şey ikram etmediği için üzüldü ve sağolsun çok ısrar etti biraz daha kalın diye ve “Yol Hikayesi” devam edeceği için sarıldık ve hoşça kalın dedik birbirimize.. Benim kahin kılıklı cevizci kadın:
-Nasılsa dönüşte uğrarsınız dedi.. Bizde böyle bir niyet yok aslında, gülümsedik ve ayrıldık neticede..
O gece Kayseri, çocukluğumun, ilk gençlik anılarımın olduğu şehir ve akrabalar, muhteşem bir muhabbet ve ailenin tanımadığım gençleri ile tanışma ve sohbet, tabii aile büyükleri ile de.. Gece geç saatlere kadar, çay kahve, hem anılar, hem gelecekle ilgili planların paylaşıldığı keyifli bir gece geçirdik. Sabah olduğunda, 2-3 saatlik bir uykuyla yeni güne hazırdım (eskinin erken uyuyucusu olan ben, alıştım artık az uykuya, bu da başka bir hikaye ya neyse). Sabah yine önce vedalaşma ile beraber, yolculuk başladı.
Öğle civarında, şimdi hiç akraba kalmasa da, benim ikinci ismimi aldığım babaannemin ve dedemin köyüne ve evine ulaştık. Ve biraz dinlendikten sonra, çok sevdiğim ‘Bozkır yürüyüşü’ne başladık. Severim ben bozkırı çocukluk anılarımda yeri özeldir (Ağacı ve ormanı sevdiğim kadar severim). Bir defa bozkır, sonsuz olasılıklarla doludur. Her daim ummadığın bir yerde, ummadığın bir güzellik çıkarabilir sana.. Yerde otların arasında bir kuş yuvası bulabilirsin mesela, değişik yabani hayvanlar, otlar ve çiçekler (hem de her mevsimde) mis gibi kokusu ile doldurur bozkırı. Bozkırın farkı, orada her mevsim, gören göz için bir ‘hayat belirtisi’ vardır mutlaka. Yabani çalılar, mevsim sonbaharsa, muhteşem tatları olan çalı yemişleri, hafif veya şiddetli rüzgar, sürpriz taşlar ve şifalı bitkiler ummadığın yerde karşına çıkar. Yalnız bunları görmek için her an ‘uyanık’ ve ‘orada’ olmalısın bozkırda, yoksa fark etmeden geçersin bu güzellikleri.. Ayrı bir varlığı vardır bozkırın, kendini olduğu gibi kabul edeni, kendi de olduğu gibi kabul eden ve sevgiyle saran..
Yine çok şanslıydım havanın içinde ciddi soğuk tohumu olsa da, güneş parlaktı yine (3 derece) ve ben havayı, özlemle derin derin içime çektim, kokladım, bir daha ki görüşmemize kadar içimde kalsın diye.. Arada esen serin rüzgarına kendimi bıraktım. Dedim ya, bozkır uyanık ve teslim olanı sever diye.. yollarda çeşitli çalı yemişlerinden sundu bize.. Fark edene ve uyanık olana cömerttir her daim.. Bolca ‘karamık’ çalısından, onun o kara yemişlerinden yedim. Elim yüzüm mosmor oldu (karamık yemekten canımm). Ve yine bir süpriz, o soğukta uğur böceği bulup, sevdim.. Bol bol küçük bozkır çekirgelerini de uçurdum yürürken valla.. Onlar kesin sinir oldular bana.. azıcıkta uçsunlar, ne yapayım yanii..
Taşları, kayaları, her otu, toprağı elimden geldiğince sevdim, temas ettim (bir daha ki görüşmeye kadar, depoladım içime sankii).
Netice de o soğukta, o parlak güneş altında, o bozkırda artık ne ben, eski bendim, ne bozkır eski bozkırdı bana.. İkimizde bu temasla değiştik o anda..
Ve o günün gecesinde, hiç görmediğim anneannem ve büyük dedemin köyüne gittik. Dedim ya bozkır soğuktu diye ve gittiğimiz Binboğalar’ın altında ki köy de gece de müthiş soğuktu. Ve yine çok şanslıydım. Kaldığımız büyük kuzenlerimizin evinde, kuzine soba kuruluydu ve geniş salonları, ateşin ışıltısı ve sohbetin güzelliğiyle ışıl ışıldı o gece.. Sobanın üzerinde çay, tıkır tıkır, kendi yavaşlığı içinde demleniyordu. Çayın bir acelesi yoktu yani, yavaşca demini alıyordu sanki. Muhteşem patates yemeği, tereyağlı pilav, kömbe, ayrandan sonra (azıcık yedim hepsinden de canımm), o sakin demini alan çayla beraber, sobanın içine küçük patetesler konuldu. Minik patatesler, çay gibi değildi, sobanın sıcağıyla, aceleyle pişti. İyi demlenmiş çayla birlikte muhteşem oldular tabii (azıcık yedim canımm). O arada sohbetin ortasına yeni olgunlaşmış küçük dağ armutları da katılmasın mı? Katılsın tabi kide.. (bu arada armudu çok yedimm). İşte o gece anlatılmaz, yaşanır cinsindendi.. Gerçi her yaşayan da bilir mi? benim gibi kıymet bileni de lazım canımm.. O geceki sohbetten o kadar çok hikaye var ki, bu da başka seferlere kalsın artık..
Ertesi sabah, öğleye kadar, komşu köy yollarında araba ile, her yabani ağaç ve çalılarda durarak, bol neşeyle yapılan geziyi de unutmayayım tabii..
Bu yolculuktan bana kalan hüzün verici tek anı, o iki gün içinde konuştuğum yaşlı kadınlardan duyduğum acıydı. Eskiden böyle değildi sanki.. onlar çok mutsuzdu, kocaları yoktu ve çocuklarından çok şikayetçiydiler. Hayata karşı, içlerinde hiç umut enerjisi kalmamış gibiydi, bana mı öyle geldi.. bilemedim yanii.. Gözlerinde ‘umut ışığı’ yoktu sanki, bir boşluk vardı. Ben ‘boş verin çocukları, hala hayatta olduğunuza göre, yapacak bir şeyler vardır bu alemde’ deyince ‘acaba mı?’ der gibi baktılar sanki.. ‘Olabilir mi? Oluru var mı? Olsa’ diye.. Ve mutlu oldular bu ‘umut’tan..
Ve dönüş o günün öğleden sonrasında, yol arkadaşlarımla sohbetle ve beğendiğimiz yerlerde durarak devam etti. Yolda bizi arayan ve ceviz fidesi isteyen bir tanıdık çıktı (ne tesadüf), benim cevizci adamın, kahin gelinine yolumuz tekrar düşmedi mi? Düştü tabikii.. Ve o tatlı kadın, bizi görünce hiç şaşırmadı, beni sevgiyle kucakladı, tabii ben de onu.. Giderken yapamadığı ikramlarını yaptı, yanımıza bahçesinden topladığı elma, armut, üzüm, domatesten oluşan koca bir yolluk yaptı. Bende arabadan ev yapımı kurabiyelerimizden verdim ona, akşam çayında eşiyle yesin diye..
Ve bu yol hikayesinin sıcaklığı, bozkırın ruhu..ruhumda, sevgiyle döndüm Ankara’ya.. Off daha doymadım diyecektim ki, bir baktım Ankara’da yağmur nasıl şiddetli, özlemiş bizi belli..
Netice özlemişim köklerimi.. Bedenim Zihnim ve Ruhum sevgiyle beslendi, oralarda beni özlemiş canımm besbelli.. yoksa mutluluk böyle karşılıklı olur mu? olmaz tabii..